Odak Yazar: Oya Baydar I (Dosyalar)

Odak Yazar: Oya Baydar I

Ana Sayfa | Blog | Odak Yazar: Oya Baydar I (Dosyalar) - 18.08.2017

Odak Yazar: Oya Baydar I

Odak Yazar", IAN Edebiyat dergisinin alametifarikalarından biriydi. Ağırlıklı olarak üniversiteli gençlerin yazı ve söyleşileriyle, Türkçe edebiyatın günümüz temsilcilerine ve eserlerine bakışlarını yansıtması sebebiyle değerliydi. IAN Edebiyat'ın yayın hayatına son vermesiyle birlikte, bir anlamda bu proje de yarım kalmış oldu. Hazırda bekleyen ve yeni odak yazarlar belirlenerek yapılacak çalışmaların SabitFikir'de yayımlanması teklifini bu sebeplerle seve seve kabul ettik. (IAN Edebiyat sayfalarında okumaya devam etmeyi daha çok arzu ederdik elbette.)

Sürgün Kedileri

 

Oya Baydar’ın Kedi Mektupları romanının kahramanları kediler. 1993 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü alan roman, kedilerin sahiplerinin kim olduklarını araştırmaları ile başlıyor. Kendilerini “68 kuşağı” olarak adlandıran sahiplerinin birbirinden neden kopuk yaşadıklarının ve “Karl Marx, memlekete dönüş, Lenin” gibi kelimelerin sırrını çözmeye adamış kediler, –yazarın özgün bir buluşu olan– “koku alfabesi” aracılığı ile birbirleriyle mektuplaşır. Eve gelen misafirlerin ayakkabılarına koku bırakıp mektuplaşabilen kediler “Sahiplerinin Sırlarını Araştırma Projesi” için sahiplerinin sohbetlerini pürdikkat dinlerler. Kediler safi meraklarını araştırırken insanoğlunun garip alışkanlıkları, yaşantısı ve özgürlüğü üzerine düşündüren bir arka plan işlenir.


Artur, Nina, Gece, Yoldaş, Parsifal Avrupa’ da; Kirli, Kısmet, Safinaz, Sarman ise Türkiye’ de yaşamaktadır. Hepsi, yaşlı, siyah kedi Nina aracılığı ile tanışır. Nina’nın sahibi kendi deyişiyle “enteldir.” Sahibi yazardır ki çoğu zaman romanın yazarı Oya Baydar’ı hatırlatır. Nina’nın kızı Kirli, bir gün Nina’ya mektup gönderir. Türkiye’de, kedilerin çoğu ameliyatsız olduğu için özgür olduklarından, Avrupa’daki hayvanlara göre daha sık dışarı çıktığından bahseder. Bu mektubun ardından Nina insanlar hakkında düşünür ve gözlemlerini aktarır: “Şu insanların sorunları bizimkilerden de büyük. Çaresizlikleri de. Hep bir şeyler hayal ediyorlar, bir şeyler yapmak istiyorlar. Hiç ulaşamayacakları hedeflere yöneliyor, o hedefleri kaybettikleri zaman yıkılıyorlar. Kurtarıcılık peşindeler. Dünyayı, insanları, hatta kedileri kurtarma peşinde. Oysa kimseyi kurtarabildikleri yok. Hatta kendilerini bile.” Birbirleriyle mektuplaşmalarında “kedi kimlikleri” üzerine epeyce düşünmüş, tartışmış olurlar.

 

Gece, kara ve dişi bir kedidir. Hanımı ona “Gece, Pusi” diye seslenir. Otto adlı bir köpekle aynı evde yaşar. İnsanların, "Kedilerin en büyük düşmanı köpeklerdir," düşünceleri hakkında şunu söyler: “Neden düşman olalım birbirimize? Kedilerin de köpeklerin de dört ayağı, bir kuyruğu, iki kulağı ve yumuşak postları var. Onlar insanlardan daha çok benziyorlar bize. İnsanlardan korkmuyoruz, onlara kendimizi teslim ediyoruz da köpeklerden neden korkuyoruz bu kadar?” Nina ile ilk mektuplaşmasında ona insanlardan bahseder: “Tek bir şey biliyorum: o da insanların çok düşünüp çok konuştuğu… Oysa biz kediler, sözcüklerin tutumlu kullanılması gerektiğini, ne kadar çok konuşulursa yakınlık ve sevgi bağlarının o kadar gevşediğini, önemli olanın havada titreşen duygular, bıyık ve kulak uçlarında duyulan titreşimler olduğunu biliriz." Gece, mektubu bitirirken sahiplerinin Marx ve Lenin’den bahsettiklerini ve bunların ne olduğu konusunda bilgi vermesini ister.

 

Artur erkek bir kedidir. Sahibi de erkektir. Nina ile mektuplaşmasında sahiplerinin siyasi bir toplantı yapacaklarından, ara sıra kavga etmelerine neden olan şeyin de sebebinin siyaset olduğundan bahseder. Nina, Artur’a yazdığı koku mektubunda Gece’den bahseder. Onun Marx ve Lenin’i merak ettiğini, tanışmaları gerektiğini söyler.


Yoldaş, umudunu kaybetmiş, eski günlerini özleyen bir devrimcinin kedisidir. Yoldaş ise sahibinin devamlı uyumasından, dert yakınmasından, yemeklerini aksatmasından şikayetçidir. Artur, Yoldaş’a yazdığı mektupta düşünceleri hakkında birbirinden uzaklaşan insanlar için şunları yazar: “Kokular, titreşimler, pati yumuşaklığı, bıyık dalgaları birbirini tutup da dost olduktan sonra “farklı düşünüldüğü” için nasıl uzaklaşılır ve düşmanlaşılır hiç anlamıyorum.”

 

Artur ve Gece, sahiplerinin bir araya gelmesiyle Nina’dan gelen mektubu okurlar. Nina’ya göre Kirli’nin dediği gibi kediler özgür olmalıdır. Hayvanlar koklaşarak, insanlar konuşarak anlaşır. Ama insanlar konuşurken ilişkileri büsbütün bozulabilir de. Çünkü Gece’nin sahibi ile kendi sahibi arasına düşüncelerinden dolayı aralarına “belli belirsiz bir gölge” girmiştir. Sahipleri hep “memleket” dedikleri bir yere dönmeyi konuşur. Oysa kediler yer değiştirmeyi sevmez ve Nina bu durumdan rahatsızdır. Marx ve Lenin’in kim olduğu konusuna gelince henüz onlara uğramamışlardır. Lenin’in başı keldir, bir de kedisi vardır. Marx ise sakallıdır: “Sakallı’nın kitaplarında yazdığı şeyleri, Kedili olan, o öldükten sonra yapmaya kalkmış. Bütün gürültü patırtı da bu noktada çıkıyor işte. Sakallı’nın yazdıklarını, “yapın” dediği gibi mi yapmış, yoksa, “Marx böyle dedi,” diyerek kendi bildiği gibi mi yapmış?” Sahipleri bu konuda devamlı tartışıp durdukları için anlaşamazlar. Yoldaş’ın sahibi Kremlin yıldızının söneceği gece bütün arkadaşlarını eve çağırır. Böylece tekrar bir araya gelen insanlar memlekete dönüşü kesinleştirir. İnsanların serüveni devam ederken hayvanlar özgürlükleri ve kedi kimliklerini araştırma konusunda kedi kokusu alfabesi ile mektuplaşarak epey yol kat ederler.

 

Sahiplerinin Sırlarını Araştırma Projesi netlik kazanırken insan-hayvan doğası üzerine kedilerin dile getirdiği düşünceler oldukça düşündürücüdür. Kediler bağımsızdır. Bu nedenle Gece, sahipleri memlekete dönerken evden kaçar. Kediler insanların eğlencesi değildir. Deniz, çöp, kızarmış balık kokusu kediler için güzeldir. İnsanlar bir ömür aynı eşle yaşar, hayvanlar çokeşlidir: “Bir dişiyle bir erkek mırnavlaşır, sonra özgür ve bağımsız hayatlarını sürdürürler.” Aynı zamanda yolculuk etmekten hoşlanmazlar. Kediler için düşünceler değil, kokular, titreşimler, pati yumuşaklığı, bıyık dalgaları önemlidir. İnsanlar, düşüncelerini karşılarındakine açık açık söylemek yerine arkasından konuşmaya bayılır. Çünkü arkadaşlarını kaybetmekten korkar. Avrupa’da hayvanlara çok önem verilir. Bu nedenle dilenciler çocuklarıyla değil hayvanlarıyla dilenir. Ancak kediyi eve bağımlı yapmak da neyin nesi! İnsanların, hayvanların tok olduğu zengin ülkelerde özgürlük de yoktur. Çünkü sahipleri robot gibi yaşamaktadırlar. Bu da hayvanı tutsak eder. Ev kedisinin zekası geriler, görme ve koklama duyularının keskinliği azalır. İnsanlar, düşünce özgürlüğü, demokrasi gibi kocaman sözler ederken konu hayvanlara gelince bildiklerini okurlar.

 

Oya Baydar Kedi Mektupları’nda başkahraman yaptığı kedileri bir düşünce etrafında toplarken, savundukları ideolojilerinin çöküşüne şahit olan, umutları, hayalleri yıkılan, üzgün sahipleri hakkında bilgi verir. Bir yandan insanlık eleştirisi yapar. Romanın arka planını siyaset oluştururken asıl katmanı hayvan-insan özüne dair bir eleştiridir ve kamera kedilerin elindedir.

 

   Esin Hamamcı


                                                                                                esinhamamci@windowslive.com

 

 

Dönülemeyen



Oya Baydar’ın Hiçbiryer’e Dönüş’ü tükenen hayatların, ilişkilerin ve aşkların anlatıldığı bir dönüş romanıdır. Sürgünün ve göçün insan yaşamından çekip aldığı aidiyet duygusunun üzerinde duran roman daha ilk sayfada kendisini hiçler: “Bu hikaye, dönülen her şeyin hiçbir şey; her kişinin hiç kimse olduğu, Hiçbiryer’e dönüşün hikayesi.” Romandaki hiçbir kahraman, hiçbir yer eskisi gibi değildir, aslında yokturlar. Başkahramanın sürgünden önceki hayatına dair her şey, artık yalnızca hatıralarında varlığını sürdürmektedir. Kahraman, roman boyunca, kaybettiği bu dünyayı hatıralarıyla yeniden inşa etmeye çalışır ancak çabasının boşunalığını fark etmesi uzun sürmez.

 

Hiçbiryer’e Dönüş’ü okurken, dönmek, hiç, sürgün, göç gibi kelimelere yenilgi, teslimiyet, masumiyet, karanlık, kaybetmek, umutsuzluk gibi kelimeler eşlik eder. Bu kelimeler aslında romanın yapı taşlarıdır. Yenilgiler, kayıplar, romanda iki ana düzlemde kendisini gösterir. Kahraman hem yirmi yıllık aşkını kaybeder hem de uğruna yıllarca mücadele verdiği davayı. Dönmek yenilmektir artık, üstelik döndüğü yer geçmişin bir yıkıntısı haline gelmiştir. Oysa sürgün yılları boyunca dönüş “yitirdiklerini yeniden bulmanın adı” olmuştur: “Dönüş amaçtı; korkularımızın, yorgunluğumuzun, bezginliğimizin mazereti, yeniden başlama umuduydu. Sürgünün insanı kemiren, içini boşaltan, koflaştıran etkisi; kendini yerleşik hissedememenin, yabancılığın, köksüzlüğün tedirginliği; her şeyine yabancı olduğumuz bu kentlerdeki iğretiliğimiz, güvensizliğimiz, anlamsız bir cisim olma duygumuz, dönüşle birlikte sona erecekti.” Ancak döndükleri, kendi yaşantılarından uzak, yeni bir ülkedir. “Mağlup orduların, yaralı, yorgun askerleri” olarak geldikleri bu yeni ülkeye büsbütün yabancılardır artık. “Dönüşün yollarını zafer değil yenilgi açar.” Fakat kahraman bu ülkede yeniden var olmak zorundadır. Bu var olma çabası romanın başında bir rüya metaforuyla gösterilir. Yüksek bir kalenin yanında bekleyen sevgilisine ulaşmak isterken kucağında bir çocuk olduğunu fark eder, tepeye ulaşmadan her şey yok olur. İstanbul suda yüzen bir kara parçası haline gelir, kayıp gider. Roman esasında bu yok oluşu, hiçliği anlatır.

 

Romanın kahramanı İstanbul’a döndüğünde, geçirdiği yirmi yıl üzerine düşünür. Eşiyle yaşadıkları aşk sona ermiştir, davaları uğruna çocuklarını ihmal etmişlerdir. Aralarındaki bağlar zamanla çözülmüş, dostluklar harcanmıştır. Tüm yaşadıklarını hatırlayarak geçmiş hatalarıyla yüzleşir. Roman kahramanı bu yabancısı olduğu dünyada eşini terk ederek, oğluyla vedalaşarak geçmişinin peşine düşer. Dostlarını arar, eski devrimcilerle görüşür, gençliğinin geçtiği sokaklarda gezer. Hatırlayarak var olmaya çalışır. Bu noktada romanda devreye anlatıcı girer. Romanın iki ana düzlemine iki farklı anlatıcı şekil verir. Üçüncü şahıs anlatıcıyla, dönülen yeni, yabancı dünya, bu dünyadaki yeni yüzler anlatılır. Diğer yandan da roman kahramanı ben diliyle geçmişi canlandırmaya çalışır. Hatıralara başvurur ancak hatırladıkça umutsuzluğu artar. Peşine düştüğü şeylerin onu aradığı dünyaya ulaştıramayacağını anlar: “Bütün izlerin silindiği, yolumuzu bulma umudunun kalmadığı şu dünyada hangi izi sürebilirdi ki! Bizi bir yerlere götürecek bütün izler, yıkıntılar altında kalıp kaybolmadı mı?” Kahraman yıkıntılar arasında kendine ait izler bulmaya çalışsa da her şey çoktan tanıyamayacağı kadar değişmiştir. 

 

Dönülen yer “hiçbiryer”dir, bir türlü dönülemeyendir. Hiçbiryer’e Dönüş, bir ütopyanın çöküşünü anlatır: “Hep kendine doğru koşulan, hiç varılamayan, varıldığı anda sona eren ütopya…” Sürgün yıllarında gezilen onlarca şehir, dönüş yolunun duraklarıdır yalnızca. Ancak yıllarca hayal edilen, dönülen yer İstanbul, artık yoktur. Dönenler karşılaştıkları manzaraya yabancılaşırlar. Şehrin geçirdiği dönüşüme tanık olamadıkları için geç kalmışlık duygusuna kapılırlar. Bu şartlar altında davalarının da bir manası kalmaz. Dönenler yeni kuşağı, yeni siyasi hareketleri bir “devrimci romantizmiyle” izlerler. Geçmişi, mücadelelerini, kayıpları düşünerek duygulanırlar. Boşunalığın altında ezilirler. Yirmi yıllık uzun bir yolculuğun ardından varılan yer aslında hiçliktir, kahraman çaldığı her kapıda yenilgiyle yüz yüze gelir. Sonunda hiçbir yerin ortasında, yeni bir hayata başlar. İçinde bulunduğu mücadelede hikayenin aslı ortadadır: “Kahramanlık değil kaçış, seçme değil, kader; savaş değil, teslimiyet.”

 

 

1998’de yayımlanan Hiçbiryer’e Dönüş, 12 Eylül dönemi gençliğinden geriye kalan düş kırıklıklarını, kayıpları, yenilgileri, isimsiz kahramanlar aracılığıyla ortaya koyar. Hiç kimsenin, hiçbir şeyin, hiçbir yere ait olmadığı bu hikayede kahraman yenilgiyi kendi deyimiyle “geç kalmış bir bahçıvan” olarak kabul edip köşesine, doğaya çekilir. Büyük bir başkaldırı, hem toplum hem de birey düzeyinde, büyük bir yenilgiyle sonuçlanır. Geçmiş artık dönülemeyecek kadar uzaktadır. Nereden bakılırsa bakılsın bir “yıkım” romanıdır karşımızdaki.


Damla Şengül

 

 

Her iktidar kendi insanını yaratır



Oya Baydar’ın 2000 yılında yayımlanan eseri Sıcak Külleri Kaldı, siyaset, aşk ve cinsellik temalarını iç içe işleyen bir roman.

 

Sıcak Külleri Kaldı, Ülkü Öztürk, Arın Murat ve Ömer Ulaş karakterleri üzerine kurulu. Bu üç karakter üzerinden Türkiye’nin ve aslında dünyanın son yarım asırda geçirdiği süreç anlatılır. Olayların, darbelerin, işçi hareketlerinin yoğunlaştığı dönemden hareketle 2000’li yıllara kadar olan değişim söz konusudur. İstanbul’u aşıp Paris, Moskova ve Leipzig’e kadar uzanan roman okuruna oldukça geniş bir panorama sunuyor. Nâzım Hikmet’in, “Önce İstanbul’da, sonra Moskova’da, sonra Paris’te ölmek isterim,” sözüne sürekli atıfla ilerleyen hayatlar bu üç şehri kuşatarak bir sarmal haline gelir. Komünist Ömer Moskova’da, Ülkü Paris’te, diplomat Arın Murat’sa İstanbul’da kendi hayatlarını kurar.


Romanın ön plana çıkan meselelerinden ilki iktidardır. Sürekli gündeme gelir, gerek siyasal gerekse cinsel anlamda. Hiçbir zaman ele geçmeyen, yalnızca böyle bir yanılgıya düşüren edimlerdendir. Aslında o, ele geçen değil insanı ele geçirendir. Her iktidar kendi insanını yaratırken ona sahip kişideki tutkuları giderek artırır. Sonunda kopulamaz bir hale gelir. Buna siyasal anlamda Sovyet Rusya örnek olarak verilebilir. Devrim, eşitlik, kardeşlik gibi düşüncelerden yola çıkılarak kurulan rejimin Stalin ve benzerlerinin ellerinde ne hale geldiği, insanların sırf iktidarla ters düştükleri için Karaormanlar’da nasıl yok edildikleri romanda da işlenir. Öte yandan mesele sadece siyaset bağlamında kalmaz. Baydar, erkeklerin iktidarını da irdeler. Ömer Ulaş’ın Moskova’dayken kendi alanında siyasal iktidara yaklaşırken cinselliğini kaybetmesi söz konusudur. Bir iktidarın yerini bir başkası alır kısaca.

 

Aşk ve cinsellik sürekli yolları kesişen ve aslında birbirinden ayrılamayacak konulardandır. İkisi birbirini farklı açılardan sürerlilik içinde destekler. Cinselliğin olmadığı aşk veya aşkın olmadığı cinsellikler de gündemdeyken romanda, aşk ve cinselliğin birlikte olduğu durumlar öne çıkar. Arın Murat ve Ülkü Öztürk arasında hem aşk hem de cinsel bağ vardır.

 

Bununla birlikte onların başka kişilerle yaşadıkları aşksız cinsellikler hayatlarının sığ dönemlerini işaretler. Tüm bunlara bakıldığında tutkularıyla hareket eden Ülkü, hiçbir zaman aşkının ve tutkusunun önüne başka bir şeyi koymaz. Arın Murat da Ülkü’ye olan aşkını korumasına rağmen –ki aşk korunmaya muhtaçtır- iktidar arzusu ve annesini tatmin etme eğilimi onda bunu gizleme ve baskılama güdüsünü oluşturur. Tekrar aşka döndüğündeyse –ki aşka tekrar dönülebilir- artık çok geçtir ve içinde olduğu, yaklaştığı gizli örgütler/yapılanmalar tarafından ortadan kaldırılır. Böylelikle bu iki konu arasında sürekli gidip gelinen bir hat oluşur ve bu metin boyunca devam eder.

 

Türkiye’deki gizli oluşumlar, ayrılıkçı yapılar, devlet içindeki devletler birçok defa işlenmiş, gündeme getirilmiştir. Bunların Türk sinemasında da basınında da yeri vardır. Ancak edebi eserlere yansıması belirli dönemlerle sınırlı olmuştur. Türk edebiyatında “80 dönemi romanları” gibi çeşitli sınıflamaları içerecek türde eserler olmakla beraber, bunlardan günümüze nelerin kaldığı farklı bir sorundur. Üstelik bu eserlerde siyasal eğilimlere kaymalar bulunmaktadır. Oya Baydar’ın romanındaysa edebi tutumun korunmaya çalışıldığı görülür. Oldukça akıcı olan metinde yer yer romantikleşip kurguyu geriye atan bölümler olmakla beraber siyasi gidişat hep göz önünde bulundurulur. Dolayısıyla Baydar’ın edebi değeri korumaya çalışarak bir siyasal roman yazdığı söylenebilir. Fethi Naci’nin belirttiği gibi yaşamsal sorunların üzerine gidilir ve metin bu konuda Doğan Hızlan’ın dediği gibi edebiyatın sıcaklığını korur.

 

Sıcak Külleri Kaldı, yalnızca Batı şehirlerini kapsamaz. Mehmet İliç üzerinden Diyarbakır, Batman, Hakkari gibi illere gidilir ve orada yaşananlar gündeme getirilir. Baydar, her tür olayı aslında başka başka karakterler üzerinden gösterir. İliç’in bir oğlunun “faşist” bir diğerinin “terörist” olması, Yunan tragedyalarındaki gibi bir zıtlığa neden olur. Aynı koşullarda yetişmiş kardeşlerden birinin baba tarafından hain, diğerinin kahraman ve gurur verici bulunması da aynı şekilde. Her ikisi de inandığı yoldan giderken farklı değerlendirmeler ön plana çıkar. Bu gibi ayrımlarda yazarın aradan çıkıp karakterlerin konuştukları görülür.

 

Anlatım olarak metin boyunca birçok farklı tarz ön plana çıkmıştır. Bazı bölümleri doğrudan karakterler anlatmış, bazen yazar onların duygu ve düşüncelerini kendi diliyle yansıtmıştır. Bu şekilde sarmal bir anlatım kullanılmış, neredeyse her karakter romanda konuşma ve kendini ifade etme fırsatı bulmuştur. Bunda şüphesiz yazarın bu farklı karakterler üzerinden romanını başka sorunlara ve konulara açma eğilimi de vardır. Her karakterin açtığı başka bir kapı var ve yazar bunu alabildiğine işlekleştirir.

 

Umut duygusu romanda her zaman varlığını koruyan bir başka konu. Sürekli yitirilip bulunan umut asla sahneden çekilmez. Ülkü’nün oğlu Umut öldüğünde bile. Roman morgda bir ceset teşhisiyle açılıp bir başka cinayetle sonlanmasına rağmen asla umutsuzluğa düşülmez. Devrim ateşini yitirenlerin bile tutunduğu bir dal bulunur. Bir kısmı belki Cem karakteri gibi her şeyi bırakıp bağcılığa başlasa dahi hayatlarına devam etmesini bilirler. İktidar ve devrimciler arasındaki sonsuz mücadele farklılaşarak her zaman sürer.

 

Oya Baydar’ın Sıcak Külleri Kaldı isimli romanı bünyesinde birçok konuyu, sorunu, Türkiye’nin yakın tarihini barındıran bir metin. İşlediği siyasal konularla beraber kendini onlara olduğu gibi teslim etmemesi, yargılayıp suçlayacak bir tavır sergilememesi ayrıca önemlidir.

 

 

Abdullah Ezik

 

Arayış nerede son bulur?


Türk edebiyatının ilk romanlarından biri olan, Ahmet Midhat’ın Felatun Bey ile Rakım Efendi’si şu cümlelerle başlar: “Felatun Beyi tanır mısınız? Hani ya şu Mustafa Merakî Efendizade Felatun Bey! Galiba tanıyamadınız. Fakat tanınacak çocuktur.” Şimdi benzeri bir soruyu ben de soracağım: Ülkü Öztürk’ü tanır mısınız? Hani ya Sıcak Külleri Kaldı’daki Ülkü’yü? Elbette tanıdınız. İşte Erguvan Kapısı’ndaki Ülkü, Arın Murat, Ömer Ulaş, Umut Murat Ulaş, Derin ve diğerleri daha önce bu kitapta anlatılan karakterlerdi. Erguvan Kapısı’nda, önceki kitabın bir devamı olarak bazı olaylar kısaca hatırlatıp farklı noktalara odaklanıyor yazar, fakat bu defa aktarım yöntemini oldukça değiştiriyor. İlk kitaptaki üçüncü şahıs anlatıcı yerine, dört farklı birinci şahıs anlatıcı (Teo, Ülkü, Derin ve Kerem Ali) tercih edilmiş bu sefer. Peki, bu yapısal tercih anlatıya neler getiriyor?

 

Teo, 6-7 Eylül olayları sonrası İstanbul’dan kaçan Rum ailelerden birinin oğludur. Amerika’da Bizans tarihçisi bir akademisyen olarak görev yaparken bulduğu bir şiir üzerine İstanbul’a gelir ve şiirde geçen Erguvan Kapısı’nı arar. Bir dönem, 67 kuşağı solcularından olan Ülkü’nün evinde kalır. Ülkü ise Arın Murat’ın ölümü üzerine sahneye çıkar. Sonrasında babasının ölümünü araştıracak olan Derin ile Fransa’da bu nedenle karşılaşırlar. Bu iki arayış hikayesine sonradan, Ülkü’nün ölen oğlu Umut Murat Ulaş’la aynı evde öldürülen gençlerden birinin ailesini ziyaret etmeye gittiklerinde Kerem Ali de eklenir. Arayış halinde üç karakter ve 67 kuşağının hemen hepsi gibi tüm umudunu yitirmiş Ülkü ayrı ayrı hikayeyi anlatarak yapboz parçalarını bir araya getirirler. Bu bağlamda her biri için birey olma mücadelesi veren karakterler demek yanlış olmaz. Yazar burada, sanki Kant’ın o meşhur makalesi “Aydınlanma Nedir?”de söylendiği gibi, “Aklını kendin kullanma cesaretini göster!” demektedir. Fakat bir farkla: Sezgilerini bir kenara bırakmadan…

 

1999-2000 yıllarını kapsayan anlatıda mekan İstanbul’dur. Bu mekan tercihi anlatıyı önemli ölçüde etkiler. Bir yerde Teo, “Bu kentte efsaneler ve imgeler, gerçekler kadar gerçektir,” diyecek, başka bir yerde ise Mete Ünsalan isimli bir akademisyenle konuşurken “Haklıydın; Bizans ve Konstantinopolis’te efsane ile gerçek öylesine iç içedir ki, saf gerçeği –tabii öyle bir şey varsa– asla yakalayamazsın,” cümlelerini kuracaktır. Bununla paralel olarak anlatının akışını mantıksal çıkarımın bir öncülü olarak sezgi oluşturacaktır. İlk bölümde, “Sezgi”, “sanmak”, “gibi geldi” türevi kelimelerin toplamda 15 kez ve temel hareket noktalarında geçtiğini görürüz. Bu yüzden metnin temposu bir düşer bir yükselir. Derin, Umut hakkındaki tüm dosyayı topladıktan sonra öğreneceklerinden korktuğu için onları inceleyemez ve Kerem Ali ile başka bir maceraya atılarak onların gecekondu mahallesine yerleşir. Başka bir örnekte Teo, Erguvan Kapısı’nı bulma ümitlerinin tükendiği anda bir mucize olarak, daha önce şiiri bulduğu İman isimli kişiden eline yeni dosyaların geçtiğine dair bir e-posta alır ve tempo tekrar artar.

 

Böylece, temponun bir azalıp bir arttığı, her karakterin kendi deneyimi ve dünya görüşü ile olayları aktardığı, zaman zaman bunlara gerekli tekrarların eklendiği, bazen de eksiltiler bırakılarak gizin daima korunduğu ama aktarılanın ve aktaranın daima “insan” kaldığı bir anlatıyla karşılaşmış oluruz.

 


Uğur Erden

 





Kaynak: http://sabitfikir.com/dosyalar/odak-yazar-oya-baydar-i

Odak Yazar: Oya Baydar I